YAŞA VE KENDİN İLE YÜZLEŞ
Romalı düşünür Seneca Mutlu Yaşam üzerine-Yaşamın Kısalığı
üzerine adlı felsefi/öğreti kitabında şöyle der;
“Kimse yıllarını
yerine koyamayacak, kimse sana yıllarını geri vermeyecek.
Ömür başladığı yoldan
gidecek, ne kendi rotasını değiştirecek ne de dümeni tümüyle eline alacak.
Gürültü yapmayacak, hızına dair seni uyarmayacak, sessizce kayıp gidecek, ne
bir kralın buyruğuyla ne de halkın beğenisiyle geciktirilecek. İlk günden nasıl
yola koyulduysa, öyle devam edecek asla yoldan çıkmayacak, asla gecikmeyecek.
Peki, olan biten
nedir? Meşgulsün, yaşam ise acele ediyor, istesen de istemesen de, vakit
ayırman gereken ölüm eninde sonunda yanına varacak.”
Aslında burda ölüme methiye dizdiği gibi görülse de Seneca’nın
‘’Yaşamı anlamlı kılan olgunun ölüm olduğunu yani ölüm hepimiz için gerçekken
korkmak yerine en iyi şekilde yaşamak gerektiği’’ vurgulamış olduğuda anlaşılabilir.Bu
yazımızda ölümden çok sık
bahsetmeyeceğiz fakat yaşamın akışının önüne geçilmezliği üzerinden bir düşünme yazısı olacak.SENECA
burda kalsın sonuç bölümünü onunla kapatalım.
Her gün hatta her saat insanın en büyük çabası nedir diye
sorarsanız ben yaşamı anlamlandırmak derim.İnsan yaşadıklarını,gördüklerini ve
duyduklarını anlamlandırma telaşı içindedir.Sinirbilim
araştırmacıları, beynimizin gerçekliği tahmin etmek için uzmanlaştığını ve
algımızın hayatımızda düşündüğümüzden çok daha fazla gücünün olduğunu
söylüyor.Beynimizin algıladıklarına inanıyor ve onun düşündükleriyle kararlar
veriyoruz.
Günün akışında, beynimize duyu organlarımız aracılığıyla dış
dünyadan sürekli olarak duyu verileri gelir. Bu veriler, beyne ulaşmadan önce
anlamlı görüntüler, kokular, sesler ve diğer hisler biçiminde değil sadece ışık
dalgaları, kimyasallar ve özellikle bir önemi olmayan hava basıncındaki
değişiklikler olarak hissedilir. Sonra algı devreye giriyor.Algı geçmişte
yaşadıklarımız üzerine kuruludur.Ne olduğu belli olmayan duyu verileriyle karşı
karşıya kalan beynimizin, bir şekilde bunlarla ne yapacağını bulması gerekir.
Bunun için de bu dışarıdan gelen bilgileri anlamlı kılmak üzere geçmiş
yaşantılardan biriktirdiklerimize yani hafızaya başvurur.
Çünkü beyin takıntılıdır,anlam bulma sürecinde kendine
sürekli sorular sorar. Benzer bir durumda ben ne yaptım?
Geçmiş deneyimlerimiz sadece çevreminzde olup biten değildir,vücudumuzun reaksiyonlarınıda içerir.Bunlarda hayati denilecek kadar önemlidir.Reaksiyonların örneğin tiksinti duyduğumuzda tüylerin diken diken olması, bir heyecan karşısında midende kramplar girmesi, kalbinin yerinden çıkacak gibi olması, başından aşağı kaynar sular dökülmüş gibi olması duygusal ifadelerde bir karşılığı var.Beyin bedeninde olanları takip eder, kayıt eder ki buradan bir anlam çıkarıp karar alabilsin. Yeni tanıştığın biri çevrende olan sadist,karektersiz birine benziyorsa beynin böyle biri ile iletişime geçmene engel olur.Sonuçta bu tiplere güven olmaz der, seni korumak için.Tıpkı daha önce yediğin ve zehirlendiğin yemeğin kokusunun burnuna geldiğinde midenin kalkması gibi. Sistemi korumak için benzer şekillerde çalışırlar.
İnsanın mükemmel bir beyin ve sürekli anlamlandırma
çabasında olan bir süreci varken;kaygan bir zeminde yürür gibi yaşanan hayatlarda
var.Bulunduğu yerden uzak farklı yerlere gitse her şeyin farklı olacağını
düşünüp te hareket etmekten korkan insanlar var.Kendilerinde gördükleri
eksiklik duygularını içselleştirip kalabalıklardan kaçanlar..Öyle ki kalabalıklar
arasında sanki bedeninin bir parçası çalınmışçasına, diğerlerinde var olan her
şeyin, onda hiçbir zaman olamadığına ve de var olamayacağına dair hissedilen
eksiklik duygusu…Bir kuşun ürkekliği ,sonbaharda kuruyan bir yaprağın her an
dalından kopacağı korkusu,ıssız bir ormanda her an ayağı bir çalıya takılıp
düşüverecekmiş gibi tedirgin yaşayışlar…
Kalabalıklarda tanırım bu insanları,misafirliklerde..Çünkü
nereye giderlerse gitsinler kalabalık varsa gözleri saate kaya,hep kapıya
yakın gezer ruhları çünkü kovulacaklarmış gibi bir ruh hali vardır.Bir çoğu oturdukları koltukta şöyle bir arkalarına
yaslanıp, hatta bacak bacak üstüne atıp, etraflarına tepeden baktıkları da
görülmemiştir. Çünkü onlar her an diğerleri tarafından reddedilecekleri kaygısı
taşıyan ve bu kaygıdan dolayı en başta kendilerini reddeden, kendilerini
sevilmeye ve değer görmeye layık bulmayan insanlardır. Evet daha önceki
algılarından yola çıkıp davrandıklarında önce kendirlerini reddediyor,kendilerini
sevmiyor,ve kendilerine değer vermiyor oluyorlar.Bir dram kadar kötü olan bu
insanların içinde bulundukları bu durumun çoğu zaman farkında olamamaları
sonucu, kendilerinin gerçekten diğer insanlardan eksik, yetersiz olduklarına ve
sevilmeye, değer görmeye layık olmadıklarına dair güçlü bir inanca sahip
olmalarıdır.
Gelişimsel olarak baktığımızda özellikle erken çocukluk
evresinde ebeveynleri tarafından reddedilir, ihtiyaçları duyulmaz, istekleri
anlaşılmazsa kişide o kadar kendine dair olumsuz duygular oluşur ve kişi
kendisinin değersiz, önemsiz, sevilmeyen biri olduğuna inanır. İşte bu kişiler
hayatları boyunca diğer insanların yanında sanki bedenlerinin bir kısmı yokmuş
gibi kendilerini eksik, yetersiz hissederler. Ve bu eksiklik duygusu koca bir
boşluk duygusuna neden olur. Bu boşluk onların hayatları boyunca kapanmayan
kara bir delik,saplantı gibi nereye gitseler peşlerinden onları takip eder.
Yaşamın erken yıllarında yaşanan örselenmişlik duygusunun neden olduğu bu
boşluğu kapatmak için kişiler çeşitli çıkış yolları ararlar; kimisi kendini
işe, kimisi de eşe verir. Kendine bir iş ve eşe veremeyenler de kendilerini
psikolojik semptomlara verir. Bu semptomlar kimisinde depresyondur, kimisinde
aşırı korku ve kaygılardır, kimisinde mide kramplarıdır, kimisinde baş
ağrılarıdır….
Her insan bilir ki, bir insanın fizyolojik ihtiyaçları
karşılanmazsa özelliklede açlık ve susuzluk ihtiyacı karşılanmazsa o
insan ölür. AMA;
Sevgisizlikte öldürür…
Bir insanın anlaşılmama duygusu sonucu hissettiği
sevgisizlik de bir insanı öldürebilir.
Sevgi duygusunu duyumsamayan bir insan hayatı kaygan bir zeminde yürür
gibi tedirgin, ürkek ve korkak yaşar. Anlaşılma duygusunu yaşamayan insan hep
içinde yaşadığı boşluk duygusunu doldurmak için hep başka yer arayışındadır,
sanır ki başka yerde olsa her şey başka olacak. Halbuki bilmez ki, o başka yer
hayalini kurduğu yer de bir süre sonra, şu anda içinden sıyrılmak istediği
yerden farksız olacak. Çünkü insan nereye giderse gitsin kendisi ile birlikte
geçmişini de götürür. Bir yerden bir başka yere giderken insan bavula sadece
giysilerini değil, düşüncelerini, kendine dair inançlarını da koyar. Gidilen
yer neresi olursa olsun, tüm yollar insanın kendisine çıkar.
Kalabalıklar arasında bedeninin bir parçası çalınmışçasına
yaşanan eksiklik duygusunun temeli sevgisizliktir. Kişinin yaşadığı bu duygu,
insan yavrusunun ilk nefes almada yaşadığı acıyı anlatırken attığı çığlıklar
kadar büyük ve sarsıcıdır. Ancak kişi bu acıyı o kadar içselleştirmiştir ki
içinde yaşadığı bu acıyı anlatan çığlıklarının sesini dahi kendi elleriyle yok
etmiştir ve sessizliği seçmiştir.
Anlaşılmamayı ne kadar güzel anlatmış Can Yücel;
En Uzak mesafe ne Afrika’dır
Ne Çin,Ne Hindistan,Ne Seyyareler,Ne yıldızlar geceleri
ışıldayan…
En uzak mesafe iki kafa arasındaki mesafedir birbirini anlamayan…..
Bir insana dair oluşacak güzel duygular o insanı anlamaya
başlamakla başlar! Belki de en doğrusu kendimizi anlamaya başlamakla başlamak.
Çünkü anlamak bağışlamaktır. Kendimizin sevilmeye değer bir insan olduğumuzu anlamak.
Önce kendimizi anlamak… Belki o zaman biraz olsun kapanmaya başlar içimizdeki
boşluk duygusu…
SENECA’ya gelince; M.S 61-65 yılları Seneca’nın kendini
tümüyle felsefeye verdiği en verimli dönemi oldu. Ancak M.S 65’te C. Calpurnius
Piso’nun başı çektiği, Faenius Rufus, Plautus Lateranus ve şair Lucanus'un
adının karıştığı Neron’a karşı düzenlenen bir suikast girişimine onun da adı
karıştığı için, İmparator tarafından kendini öldürmesi emri verildi. Bütün
yaşamı boyunca ölümün hiçe sayılması gerektiğini savunmuş olan Seneca, bu emri metanetle
karşıladı ve M.S 65’te damarlarını keserek intihar etti.
23.10.2023
Yorumlar
Yorum Gönder
Burdan Yorum Yapabilirsiniz