DOĞA VE İNSAN

 


‘’kapitalizm gölgesini satamadığı ağacı keser’’ k.marks

Toprak,ağaç,deniz,taş,göl,nehir  kısaca doğanın kendisi cömertçe ve karşılıksız insan ve tüm canlıya ihtiyaç olan herşeyi veriyor.Bu anlamda Doğa’ya Tanrı sıfatı yakıştırması da çok yaban durmuyor. Doğanın yarattığı devinim yaşamın ta kendisidir.

Tarihsel olarak baktığımızda düşünce tarihinde  insan-doğa ilişkisi ilkçağlardan beri süregelen bir ilişkidir. Önceden Doğa’yı anlamaya çalıştı insanoğlu;İlkçağ filozoflarının doğaya yönelişlerinin temelinde doğaya egemen olma değil, onu anlama çabası yatmaktaydı.Oysa 16. ve 17. Yüzyıllara gelindiğinde özellikle Bacon ve Descartes’la başlayan ve aklın tek ölçüt olarak görülmesiyle formüle edilen bu anlayış, yani bilimsel dünya görüşü, insanın hem kendisini hem de çevresini algılama biçimini bütünüyle değiştirmiş tamamen  mekanik bir doğa tasarımı ortaya çıkmış ve artık doğanın akıl yoluyla tasarlandığı ve dönüştürüldüğü bunun sonucundada hakim olunduğu yeni bir döneme girilmiştir.

Bacon insanın doğa üzerinden haklara sahip olduğundan bahsediyor ve “doğa üzerinde sahip olduğu hakları” kullanmasından söz ediyordu. Aristoteles hayvanların dahi doğa tarafından insanlar için yaratıldığından bahsediyor “doğanın tüm hayvanları insan için yarattığını” söylüyordu. Immanuel Kant’a göre insan herşeyi güzelleştiren bir varlıktı “insan olmasaydı, yaratılmış her şey yaban kalır, bir hiç olur”du. Bu süreç birikimli biçimde ilerlerken  doğayı “fethetmek”ten ve uzaya “hâkim olmak”tan söz ediliyordu; Sanki doğa ve kozmos,bir düşman ve haklarından gelinmesi gerekiyordu.Din ulemasına baktığımız zamanda bu konuda önemli bir rol oynadılar.İnsanlar nasıl Tanrıya boyun eğmek zorundaysa, doğadaki başka her varlık da insana boyun eğmek zorundaydı. Descartes ve Bacon dinden çok etkilenmişlerdi. Dolayısıyla “Doğaya karşı biz” düşüncesi hristyan dinsel geleneklerinden miras kalmıştır. denilebilir ,zaten biraz ileriye gidildiğinde kapitalist anlayışında bu ahlak üzerinden şekillendirildiği söylenebilir.Din öğretilerinde Tanrı insanlara “her canlı varlık üzerinde egemenlik” tanımıştır.Dinler  İnsanoğlunu doğaya “boyun eğdirme” konusunda  teşvik eder. İlkçağda başlayan doğayı anlama çabası zaman içerisinde doğaya hükmetme,insanın doğaya egemen olma mücadele etmesine dönüşmüş sanayi devrimi sonrası başlayan tüketim ve üretim yarışında doğayı katletmeye dönüşmüştür.Aslında buda sorgulanması gereken gezegen olarak DÜNYA’nında ayaklarımızın altında kayıp gittiği gerçeğidir.

Bugün dünyadaki hiçbir toplumda yaşam hakkı yoktur var olan insan hakkıdır.Denizleri kirletiriz,Fabrika bacalarından karbon’u salarız,Ormanları yok ederiz; akarsu ve gölleri hiç balık yaşayamayacak kadar kirletiriz; spor olsun diye geyik, kürkü için leopar, gübre yapmak için balina öldürürüz; yunusları dev balık ağları içine hapsedip soluksuz bırakırız; fok yavrularını sopayla öldürürüz ve her gün bir canlı türünün soyunun tükenmesine sebep oluruz. Tüm bu hayvanlar ve bitkiler bizim kadar canlıdır. Sözüm ona korunan yaşam değil, insan yaşamıdır. Peki Dünya yaşadığımız yer, evimiz.

Dünya uçsuz bucaksız kozmik arena içerisindeki ufak bir sahnedir. O generaller ve imparatorlar tarafından akıtılan kan ırmaklarını hatırlayın. Tüm bu kanlar, bu kişiler bir noktanın ufak bir kısmının şan ve zafer içerisindeki anlık efendileri olabilmeleri için aktı.Dünyanın her köşesinde ortaya çıkan  sonsuz zalimlikleri düşünün. Yanlış anlaşılmaların sıklığını, birbirlerini öldürmeye ne kadar meraklı olduklarını ve öfkelerinin ne kadar hararetli olduğunu düşünün. Duruşumuza, hayal ettiğimiz şahsi önemimize, evren içerisindeki ayrıcalıklı bir konumda olduğumuz yanılgısını bir düşünün. Dünya, bildiğimiz kadarıyla yaşam barındıran tek gezegen.Sahip çıkma zorunluluğumuz var.Bununda tek bir gerçeği var üretim ilişkisi üzerinden olaya değerlendirmek.Yani kapitalizm içinde tek başına doğa mücadelesi vermek gerçekçi değil.Bizler  sınırsız tüketim üzerine kurulu Kapitalist anlayışı yok etmediğimiz sürece Dünya ayaklarımızın altından kayıp gidiyor.

Kapitalizme karşı sosyalist anlayışın değeri ortaya çıkıyor.Son olarak bu konuda Engels’ten kısa bir anektod; Engels, 1800’lü yılların sonlarına doğru kaleme aldığı ve ölümünden sonra ilk baskısı 1927 yılında yapılabilen Doğanın Diyalektiği adlı eserinde şunları söylüyor:

"Doğa üzerinde kazandığımız zaferlerden dolayı kendimizi pek fazla övmeyelim. Böyle her zafer için doğa bizden öcünü alır. Mezopotamya, Yunanistan, Küçük Asya ve başka yerlerde işlenecek toprak elde etmek için ormanları yok eden insanlar, ormanlarla birlikte nem koruyan ve biriktiren merkezlerin ellerinden gittiğini, bu ülkelerin şimdiki çölleşme durumuna zemin hazırladıklarını, akıllarına hiç getirmiyorlardı. Alplerdeki İtalyanlar çam ormanlarını yok ederken bölgelerindeki sütçülük sanayinin kökünü kazıdıklarını sezemiyorlardı. Böylece yılın büyük kısmında, dağlardaki kaynakların suyunu kuruttuklarını, aynı zamanda da yağmur mevsiminde azgın sel yığınlarının ovaları basmasına neden olduklarını hiç bilemiyorlardı. Avrupa'da patatesi yayanlar sıraca hastalığını yaydıklarını bilmiyorlardı."

"İşte böylece her adımda anımsıyoruz ki, hiçbir zaman başka topluluğa egemen olan bir fatih, doğa dışında bulunan bir kişi gibi, doğaya egemen değiliz; tersine etimiz, kanımız ve beynimizle ondan bir parçayız, onun tam ortasındayız, onun üzerinde kurduğumuz egemenlik, başka bütün yaratıklardan önce onun yasalarını tanıma ve doğru olarak uygulayabilme üstünlüğüne sahip olabilmemizden öteye gitmez."


(NOT:diğer yazılarıda incelmeniz ve eleştirmeniz dileğiyle....)

 

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

REKABETE SÜRÜKLENMİŞ BİREY- 2 /ÇÖZÜM

Kötülüğün Sıradanlaşması

REKABETE SÜRÜKLENMİŞ BİREY